Ne vakit “davetine uyup” pencereyi açmaya niyetlensek ; yüzümüze çarpan da neyin nesi…
Açılmaz ne bir yüz, ne bir pencere;
Bakıldıkça vahşet çöker yerlere
“Yağmurun sesine bak, aşka davet ediyor…”
Kendisi aşkı tatmamışsa nasıl çağırır başkasını aşka. Belli ki yağmur da aşkta ıslanmış olmalı, ona bakanları ıslattığı yerden yakalanmış olmalı sevdaya…
“Allah’ım, Yarattığın bütün mahlûklarına vuran kudretinin nuru, onları canlandırmada ve aşkın ile döndürüp durmada, seni tesbih ettirmektedir…”
Yani “yağmura bakmakla kalma, sesindeki aşka daveti dinle de sırılsıklam ol ey can” diyor
Mânâ sultanının izinden giderek…
Cansız gibi görünen varlıklar, biz derler, duyarız, işitiriz, görürüz, bakarız. Fakat sizin gibi nâmahremlere, yabancılara, anlayışsızlara karşı susup durmaktayız. Mevlana
Canlı kim cansız kim ya can bahşedip Hayy kılan?
Tamam bir hayvan, bir bitki canlıdır. Çünkü hayvan hareket ediyor, yiyor, içiyor, yavruluyor. Bitki de büyüyor, çiçek açıyor, meyve veriyor. Bunların canlı olduklarını görüyoruz, anlıyoruz ama, bir taş parçasının, toprağın, kesilmiş, kurumuş ağaçların, içtiğimiz suların, giydiğimiz elbisenin, kullandığımız eşyanın canlı olduğuna pek aklımız ermiyor.
Şems sordu: ‘‘ Ey oğul neresinden tutuyorsun aşkın?’’
‘‘ Ben tutmam aşkın ellerinden. Zira tutmama gerek yoktur. O her an vardır yüreğimde. Bazen bir miskal kadar bazen de evrenden taşacak miktarda.’’ Şems sordu: ‘‘ Ey oğul seni böyle evrenden taşıran hangi aşktır. Cismani mi, Rahmani mi?’’
‘‘ Her cismani aşkın ötesine rahmetin elleri değmemiş midir. Hangisi rahmanın öz suyuyla yıkanmamıştır ve hangisi topraktan rengini alırken altın’ı gene toprağa bırakmıştır.’’
Şems siyah kirpiklerinin altındaki kara gözlerini kıstı. Ufukta bir şeyi bekliyormuş gibi yapıp sağ elinin kaldırdı işaret parmağıyla havada duran ufak bir bulutu göstererek: ‘‘ söyle bana ey oğul şu bulutun neresinde duruyorsun?’’ Şems’in gösterdiği buluta bakarak sessizce bulutu seyretmeye daldım. Bulutun yeryüzüyle olan konuşmasını dinledim. Onun nasıl da dört nala koştuğunu gördüm. Gönlümün gözünü açınca kime ne dediğini işittim. Verilmekte olan işin nasıl da aşkla yapıldığını gördüm. Şems’e dönüp kara gözlerinin içinde resmimi seyrettim. Resmimin ruhuna onun gözleriyle baktım. Kapıdan içeri girip evinin bütün duvarlarını ademin verdiği asayla kontrol ettim. Şems’e: ‘‘ ey bilge kral hangi yeniçeri aşkını kınının içinde ellerinde saklı duran kılıcın gövdesinden uzak tuttuğu zaman savaşı kazanabilir ki, hangi su ruhunun tatlı tebessümünü toprağın gövdesinden çektiği zaman istediği başağı alabilir ki ve hangi gündüz gecenin verdiği aşkı sildiğinde sevilebilir ki.’’ diyerek biraz sustum. Yere eğilip avucumun içine biraz toprak aldım. Öbür elimin baş parmağıyla toprağı karıştırdıktan sonra yavaşça yere döktüm. Rüzgarın toprakla dansını seyrettim. Ayağa kalkıp Şems’in yüzüne hafif bir tebessümle bakıp kendi yolunda ilerlemekte olan buluta doğru başımı çevirdim:
‘‘ Ey bulut söyle bana neresinde duruyorum ben senin?’’ diyerek Şems’e döndüm.
Şems bütün ışığıyla bulutu kendine bir mıknatıs gibi çekiyordu. Sanki bulut kendi iradesi dışında bize doğru geliyordu. Şems gözlerini kıstığında bulut bir yere yetişmek ister gibi acele bir tavır takınıyor adeta koşuyordu. Ben bulutun yol alışını seyre dalmışken ‘‘ Ey oğul söyle bana şu bulutun neresinde duruyorsun?’’ diyerek bana baktı. Gözlerini üstümde gezdirdi. Sanki içimdeki bütün ince çizgileri bulmaya çalışıyormuş gibi bir hali vardı. Tam ümitsizliğe düştüğü anda cevap verdim: ‘‘ ey bilge kral’’ diyerek söze başladım.
‘‘Ben şu gördüğün bulutun ne altındayım ne de üstünde, ne içindeyim ne de dışında. Aynı zamanda şu bulutta benim ne altımdadır ne de üstümde ve ne içimdedir ne de dışımda. Sonsuz bir rahmet vardır gözlerimin renginde. Yalnız o benim değildir. bulutu görmektedir ama aynı zamanda görememektedir. Onu bilmektedir ama aynı zamanda bilememektedir. Ve arşa Andolsun ki ben hem varım hem de yokum. İşte bu durumda şu gördüğün bulutta hem bu dünyadadır hem de öbür tarafta.
Hem onu görürsün hem de göremezsin.’’
Verdiğim cevapla ellerini sakalına götürdü. Derin düşüncelere dalıp buluta doğru baktı bir süre. Sonra bana dönüp:
‘‘ Söyle bana ey oğul şu bulutta hangi aşkı görmektesin.’’ diyerek buluta doğru tekrar döndü.
Ve konuşmaya başladım: ‘‘ Ey bilge kral ben onda her aşkı görmekteyim. Zira rahmetin ellerinden nazil olmuştur yek vücudu. O rahmetin bağışladığı ellerle rahmanın torbasını doldurmaktadır. Her işini aşkla yapmaktadır. Gözyaşlarını sunak halinde sunarken toprağın ruhuna ona özünü koparıp vermektedir. Dalındaki bir meyveyi değil ruhundaki bir tarlayı çıkarıp bağışlamaktadır.’’
Bunları söyledikten sonra susup Şems’in yüzüne baktım. Şems derin düşünceler içindeydi. Ne düşündüğünü kimse bilemezdi. Ama o insanların ne düşündüğünü biliyordu. Babil’in iki meleği Harut ile Marut onu yetiştirirken ona her şeyi tam manasıyla öğretmişlerdi.
Şems herkesin içindeki sesi duyabiliyor ve işitebiliyordu…
İnsanlar, (sadece) “İnandık!” demeleriyle bırakılacaklarını ve sınava çekilmeyeceklerini mi sanıyorlar? [Ankebût-2]
İnsan yapmadıklarından, engel olamadıklarından da sorumludur.
Mevlânâ ya sormuşlar, demişler ki:
Sen her fırsatta Şems'ten ne çok istifade ettiğinden bahsediyorsun.
Fakat Şems’ten evvelde buraların en büyük âlimi, sultanların akıl hocasıydın.
Senin gibi biri ondan ne alabilir ki?
Hz Pir, dertli dertli cevap vermiş:
Eskiden, demiş; eskiden..
Eskiden, üşüyünce bir battaniye alır ısınırdım.
Fakat Şems bana bir şey öğretti..
‘’Dünya Üzerinde bir tek insan üşüyorsa, sen ısınma hakkına sahip değilsin.’
Eskiden, bir tas çorba, beni doyurmaya yeterdi.
Ama şimdi, hiçbir yemek bana lezzet vermiyor. Biliyorum ki, dünya üzerinde aç insanlar var.
‘’İnsan dediğin, daldaki meyve gibi değil, bedendeki uzuv gibi olmalı.’’ Elma olsan, yanındakini kopartsalar aldırmazsın, fakat el olsan; eğer ayağına diken batsa acısını hisseder yumruk olursun…
Osmanlı devrinde yaşamış arif ve meşhur şâir Yusuf Nâbî (rah.), 1678 yılında bir kafile ile hacc yolculuğuna çıkmıştı. Kafilede devletin ileri gelen paşaları da bulunuyordu. Kafile hicaz bölgesine girince Hz. Peygamber'i ziyaret aşkı Nâbî'yi iyice sardı. Öyle ki, vücudu bir hoş oldu, uykusu kaçtı, hiç uyumadı. Bir gece yarısı kafile Peygamber şehri Medine-i Münevvere'ye yaklaştı. Kafilede bulunan Eyüplu Râmi Mehmed Paşa o esnada kıble tarafına doğru ayaklarını uzatmış uyuyordu. Rasul-i Kibriya'nın beldesine girerken arkadaşlarında gördüğü bu manzara Nâbî'ye hiç de hoş gelmedi. Paşayı uyandıracak bir şekilde şu meşhur beyitleri söylemeye başladı: Sakın terk-i edepten, kûy-i mahbûb-ı Hüdâdır bu! Nazargah-i ilahîdir, Makam-ı Mustafadır bu. Mürâât-ı edep şartıyla gir Nabî bu dergaha, Metâf-ı kudsiyadır, bûsegâh-ı enbiyadır bu.
Açıklaması şöyledir:
Edebi terketmekten sakın! Zira burası ALLAHu Teala'nın Habibinin beldesidir. Burası, Hak Teala'nın devamlı nazar kıldığı bir yerdir; Muhammed Mustafa(s.av)'nın makamıdır. Ey Nâbî, bu dergaha edebin şartlarına dikkat ederek gir. Sakın edebi basite alma. Burası, büyük meleklerin etrafında pervane gibi döndüğü, peygamberlerin eğilip eşiğini öptüğü bir yerdir.
Bu beyitleri işiten paşa, gözünü açtı, hemen kendine geldi, ikazın sebebini anladı, ayaklarını topladı, doğruldu. Nâbî'ye dönerek: - Ne zaman yazdın bunları? Senden başka duyan oldu mu onları? diye sordu. Yusuf Nâbî: - Bunları daha önce herhangi bir yerde söylemiş değilim. Şimdi, sizi bu halde görünce elimde olmadan yüksek sese söylemeye başladım. İkimizden başka bilen yok! dedi. Paşa: - Öyleyse bu aramızda kalsın, diye ikaz etti. Nâbî sustu, yola devam ettiler. Kafile, sabah ezanına yakın Hz. Rasulullah'ın mescidine yaklaştı. Bir de baktılar ki, mescidin minârelerinden müezzinler, ezandan önce, Nâbî'nin: "Sakın terk-i edepden..." beytiyle başlayan nâtını okuyorlar. Nâbî ve paşa hayret ettiler. Mescide girdiler, namazı kıldıktan sonra, hemen müezzinin yanına koştular. Nâbî, heyacanla: - ALLAH adına, peygamber aşkına söyle, sen ezandan önce okuduğun o beyitleri kimden, nereden ve nasıl öğrendin? diye sordu. Müezzin önce cevap vermek istemedi, Nâbî ısrar ve rica etti. Bunun üzerine müezzin: - ALLAH adına, peygamber aşkına söyle, sen ezandan önce okuduğun o beyitleri kimden, nereden ve nasıl öğrendin? diye sordu. Müezzin önce cevap vermek istemedi, Nâbî ısrar ve rica etti. Bunun üzerine müezzin: - O iki cihanın Efendisi, gerçekten Nâbî mi dedi, o benim ümmetimdendir mi buyurdu? diye sordu. Müezzin: - Evet, Nâbî dedi, o benim ümmetimdendir buyurdu, deyince, Nâbî bu iltifata daha fazla dayanamadı, sevincinden düşüp bayıldı. Bir zaman sonra ayıldığında paşayı ve müezzini yanında ağlarken buldu. Selam ve dua ile...