Allahu Ekber...



                                                             


ALLAHU EKBER...
ALLAH EN BÜYÜKTÜR...

Yusuf Suresi...



Aynalar…

Yusuf aynalar…
Bir gece ruhumu bana gösterince, içine düştüm kendi sırrımın.
Yollar uzun,sorular bambaşkaydı içimde.Bu sır,gittikçe yabancılaşmak sürgit yaşama .

Yüreğin buhurunda demlenmeliydi söz , kulaktan kalbe akmalıydı mana,suretten sirete

uzanmalı her yol... Ve artık göze almak anlaşılmamayı,yadırganmayı,çemberin

dışında kalmayı...

Oysa ne gam!...
Yürüdü kervanlar şahdamarımdan kılcaldamarlarıma doğru. 
Yusuf'a doğru...

İnsanlar başka başka Yusuf ,kimisinin gözü ekmek ile aşta,kimileri altın ile gümüşte ,

kimileri makam ile yarışta ,kimisi al yeşil kumaşta.Onlara baktıkça sendeki güzelliğin

kıblesine yöneldim her yaşta.

Zaman eskitti toz pembe hayallerini Yusuf,

yerine başkalarını koydu.

Azaldılar köhne yalnızlıklarında,kazandıkça kaybettiler Yusuf .

Onların yitiklerini topladım, gittiğim kentlerde,onların kör baktıklarına kalbimi çadır yaptım.

Saçlarını okşadım hayalleri yıkılmış kızların,çocukların mahzun bakışını gülüşe

çevirmeyi sevdim,sahnede trajik rolleri alıp üstüme, alkışları onlara bıraktım.
Ne namım vardır ne yadım dillerde;ben bile unuttum kendimi kendi mahzenlerimde

tam on/yedi sene...!

Aynaları sildim Yusuf,elimde gömleğinden bir parça,aynalar sildim...

En eski fakat, eskimeyen güzelliğini anlayayım böylece.Görmek yetmez ,bilmek yetmez .

Anlamak için göz yetmez,söz yetmez.

Aynalar sende Yusuf,yorgun yüz bizde…
Seni göstermeyen aynaları kırmadan,nasıl ulaşabilir

insan salt güzelliğe?

Senin güzelliğin her göze ayan değil,güzelliğini her nazar görücü değil.
Seni pazarda satan görseydi güzelliğini ...
Görseydi...
Ama hayır ,göremedi.

Çağlar berisinden bakıyorum sana Yusuf,devasa aynaların odaları süslediği

çağlardan.Makyajsız bakılamayan aynaların çağından.Işıklar karartılmadan

bakılamayan aynalardan dem vuruyorum .Günahın esmerleştirdiği yüzlerin

hınçla kırdığı aynalardan..

Kimsenini kimseye ayna hediye etmediği çağlardan sesleniyorum sana...
Sen ki bir dağsın gönül burcumda ,ben dağın ayak ucunda.Sen bulutlarla

hemdem olmuşsun Yusuf.Vakarlı bir dağın zirvelerine bakan bir taş parçasının

azmi bendeki…

Oysa seni anlamak Yusuf çileyi göze almaktır,hani herkesin kaçtığı çöle koşa koşa

varmaktır.Ne garip değil mi Yusuf, mutluluğun yollarını ararken çağdaşlarım,

ben yola düşmüş hüzünleri kolluyorum.

Göz başka Yusuf ,
Gözler var başka dil başka, söz başka…
Ben aynalara bakıyorum.
Can aynamda seni arıyorum, bulsam keşke...

Züleyha başka görüyor,
Mısır azizi başka,
Yusuf bir ayna!
Her şeyi sadece Yakub biliyor!
Sır başka…

Seni göstermeyen aynalar kırılsın Yusuf.Suretinin düşmediği aynalar nedir ki
karanlıktan başka?Sen miladı olmayan bir güzelliksin Yusuf,miyadı dolmayan bir güzelliksin.

Değil mi ki yüzyıllardır güzelliğini şerh ediyor şairler,yüzyıllardır

anlatıla anlatıla bitmeyen bu güzellik ;

ne olabilir ki aynadaki sırdan başka...!

Aşk & Leyla Gazeli


Gel ey saadet ülkesinin seyyidi 

deveye aşkı öğreten 

kütüğün hasretinden inlediği 
taşların, ağaçların, kuşların 
selâm vermek için dile geldiği 
huzurunda dillerin çözülüp 
taş kalplerin eridiği 
ey ülfetin çeşmesi 
varlığı aşkın sebebi 
hatta ta kendisi 
ah, sevgili 
yunus’un çilesi senin içindi 
kuss bin saide’nin hutbesi 
ka’b bin züheyr’in kaside-i bürdesi 
imam busirî’nin mersiyesi 
fuzûlî’nin su kasidesi 
muhammed sûresi, fetih sûresi, kevser sûresi 
hep sana söylendi 
mecnun çöllerde aradı seni 
ferhat dağı sana ulaşmak için deldi 
mevlânâ şems’i 
romeo jüliet’i 
mem zin’i 
seni zannederek sevdi 
gel ey 
gelişi âb-ı hayât 
gidişi kıyâmetin diğer ismi 
ey düşmanına cehennem 
dostunun cenneti 
denizin incisi, dağın zirvesi 
toprağa tohum, göklerin son meyvesi 
sevgililer sultânı, efendiler efendisi 
sevgili

Gel ey leylâ bu can sana kurban bil 
Gözlerime öyle bakma canan bil 
Sensizliğe dayanamam bilirsin 
Gidişini ölümüme ferman bil 
Gölgelerin uzadığı vakit gel 
Ve seheri dertleşmeye zaman bil 
Niyazında dostlarını unutma 
Dostlarındır seni her gün anan bil 
Özlemekten konuşan dil lal oldu 
Ayrılığındır âteş-i suzân bil 
Gel ey leylâ bu can sana kurban bil 
Gözlerime öyle bakma canan bil

bir gece vakti ağlayarak uyandığımda 
sesini aradım kulağımda 
ellerini yanağımda 
sabah namazlarında,yatsı namazlarında 
gümüş ikindilerinde sen vardın memleketimin 
öğlende,akşamda 
kuşluk vakti şarkılarında 
gece vakti ağlayarak uyandığımda 
sesin yankılanırdı bir ninni gibi kulağımda 
elimle yoklardım dizlerini başucumda 
geliversen yadında bulurdun 
adın zimmetliydi dudaklarımda 
ey dertlere derman olan gönül derdi 
yaralarımın merhemi 
gel ey bin pare gönlümün vefakar yari 
aziz sevgili 
baharın renkleri 
yılın mevsimleri 
coğrafyaların tüm iklimleri 
senden bir haber taşıyor 
ey tufanın Nuh Peygamberi 
Nuh’un gemisi 
gemiye yol gösteren dostluk güvercini 
o güvercinin taşıdığı bereket simgesi 
Evsle Hazreç, Ensarla Muhacir’in arasındaki kardeşlik iksiri 
ey candan öte canandan ileri 
uğruna ölünen güzeller güzeli 
sevgili 
gel ey 
Mekke’nin Muhammed’i 
Medine’nin Ahmed’i 
Mısır’ın Amr’ı 
Kudüs’ün Ömer’i 
sonra Selahaddin’i 
İspanya’nın Abdurrahman’ı 
İstanbul’un Fatih’i 
sevgili 

gelsen de bir görsem seni 
ey sevgili 
kucaklasam doyasıya 
sarsam seni 
ey sevgili 
kalbimi sen doldursan ki 
sevsem seni 
ey sevgili
Hani melekler sormuştu Rabbimize:
-"Senin en sevdiğin kulun oyken, neden onu bu kadar ızdırapla imtihan ediyorsun?"
-Hem yetim, hem öksüz, hem kimsesiz…

Ne buyurmuştu Rabbimiz?

Kimseye güvenmesin, hep benden istesin,
Hep benden istesin...

Ey gözlerim...

Ey gözlerim! Gözyaşlarından
oluşan suyu gönlümdeki ateşlere
serpme! Zira bu kadar fazla
tutuşmuş ateşin (aşk ateşinin)
söndürülmesi için su çare değildir...

Şu İstanbul neye yarar sesin yoksa!..


Tüm piyonlarım tükendi... Elimde bir şah… nereye koysam kendine mat çekiyor...
Cemreler ihanet ediyor adına...Aslı hükümsüz... kendini bile ısıtmıyor..
adım lâl kalıyor zemheri ayazlarına... (d)üşüyorum..
muhaciri değilim gayrı bu Arafın..
ne cennet kokabiliyorum, ne cehennem yanabiliyorum..
kendimsiz bir kent kuruyorum yokluğunun sokağına..
baykuşlara sakinlik yapıyor kentimin ıssızlığı…
sesine parazit yapan bir sesle yıkılıyorum
uğraşma aşk...! kaldıramazsın;
kumdan kaleler gibi bir rüzgarlık değil, bir cümlelik yıkımlarım..
bilmem ki hangi rihter ölçer sarsıntılarımı..
artçı sellere verirken sitemimi,
sana “sus”arken, ölüme “su”sarken,
müptelâsıyken kahramanı bıçaklanmış masalların
aşk için aşıkları ezip geçmişken,
susma ömrüm!…

şehâdet getir cinnetime…

öznesi sen olan bir ömre verdim adını,
ki ölüm yar olana kadar tek yâr dediğim ol diye..
sana geldim, ölüme yâr etme diye.
Susma diye çırpınışlarımın tek müsebbibisin..
Biliyorum aldırmıyorsun
Dönmeyeyim istiyorsun sultanlığına
Ve aslında aşk'tan korkuyorsun
Zulmetin sırtımda yama olurken yar'alarıma

Hani olur da geldiğimde bir gün
kapanacaksa yüzüme şehrinin kapıları,
her lisanı lâl bırakan bakışlarım anlamını yitirecekse eğer
ve el elini tutacaksa ellerin,
Elimde değil yanacağım

O vakit gülüp geçeceksen yangınlarıma,
Sarmayacaksan,
Benimle kınanıp, benimle yanmayacaksan,
Cennetten kovulmayı göze almayacaksan,
Bir sözüne çölde vaha gibi susarken
öyle umarsız susacaksan… sen de sus ömrüm!…

Sus!... Sus ki, ölüm bana yâr,ben ölüme Yâr olayım…
sen toprak kesil cesedime…

Gönlü mahzûn olanın, dostu ALLAH (c.c)tır!


Gamzelendi gönül yine,
devâsı âh'tır!
Gönlü mahzûn olanın,
dostu ALLAH (c.c)tır!

Şems-i Tebrizi

Aldatmaya çalışanlar aldanırlar...


Yaşarım mutlu olurum, yaşarım mutlu ederim,
Tabi ki mutsuz da olurum ama
 yaşadığım sürece
umutsuz, şükürsüz olmam.
Aldatmaya çalışanlar aldanırlar,
Güvenim kaybedilir hep ama ben hep kazanırım.

-Şems-i Tebrizi

Hz.Ali'nin Duası...


Ey kalbin üzerinde titreyen hüzün!
Acıya bismillah!
Ateşe bismillah!
Gözyaşına bismillah!

Bu dünya elbisesiz adamlar ve adamsız elbiselerle doludur.


Ger şekerler olsa şekl-i kurs-ı nân
Nan değil ta'mı şekerdir bî-gümân 
1/2980

Dış benzerliği iç benzerliği demek değil. 

Nasıl ki şekeri ekmek şekline de 
soksan tadı ekmek değil yine şekerdir. 
Yediğin şeyin şeker mi ekmek mi 
olduğunu bilmek için tatmak lazım.

Gözün tatmadan yana nasibi yok çünkü. 

O halde kalıbı şekere benzeyen her adamı da şeker sanma.

Bu dünya elbisesiz adamlar ve adamsız elbiselerle doludur.

Yetim Gönlüm...



Ey benim yetim gönlüm ;

Bırak gamlı düşünmeyi…

Sus ve sabret !

Gözyaşının hesabını Rabbim sorsun ;

Sen hakkını helal et…

Şems-i Tebrizi
 

Dinle...




Dinle...
“Yağmurun sesine bak, aşka davet ediyor…”
Ne vakit “davetine uyup” pencereyi açmaya niyetlensek ; yüzümüze çarpan da neyin nesi…
Açılmaz ne bir yüz, ne bir pencere;
Bakıldıkça vahşet çöker yerlere
“Yağmurun sesine bak, aşka davet ediyor…”

Kendisi aşkı tatmamışsa nasıl çağırır başkasını aşka. Belli ki yağmur da aşkta ıslanmış olmalı, ona bakanları ıslattığı yerden yakalanmış olmalı sevdaya… 

“Allah’ım, Yarattığın bütün mahlûklarına vuran kudretinin nuru, onları canlandırmada ve aşkın ile döndürüp durmada, seni tesbih ettirmektedir…”

Yani “yağmura bakmakla kalma, sesindeki aşka daveti dinle de sırılsıklam ol ey can” diyor 
Mânâ sultanının izinden giderek…

Cansız gibi görünen varlıklar, biz derler, duyarız, işitiriz, görürüz, bakarız. Fakat sizin gibi nâmahremlere, yabancılara, anlayışsızlara karşı susup durmaktayız. Mevlana

Canlı kim cansız kim ya can bahşedip Hayy kılan? 
Tamam bir hayvan, bir bitki canlıdır. Çünkü hayvan hareket ediyor, yiyor, içiyor, yavruluyor. Bitki de büyüyor, çiçek açıyor, meyve veriyor. Bunların canlı olduklarını görüyoruz, anlıyoruz ama, bir taş parçasının, toprağın, kesilmiş, kurumuş ağaçların, içtiğimiz suların, giydiğimiz elbisenin, kullandığımız eşyanın canlı olduğuna pek aklımız ermiyor.

Büyütenin bir damla pıhtıyı insan diye,
Gücü etmez olur mu? Ölüyü diriltmeye!.

Şems sordu: ‘‘ Ey oğul neresinden tutuyorsun aşkın?’’


 

Şems sordu: ‘‘ Ey oğul neresinden tutuyorsun aşkın?’’

‘‘ Ben tutmam aşkın ellerinden. Zira tutmama gerek yoktur. O her an vardır yüreğimde. Bazen bir miskal kadar bazen de evrenden taşacak miktarda.’’
Şems sordu: ‘‘ Ey oğul seni böyle evrenden taşıran hangi aşktır. Cismani mi, Rahmani mi?’’
 ‘‘ Her cismani aşkın ötesine rahmetin elleri değmemiş midir. Hangisi rahmanın öz suyuyla yıkanmamıştır ve hangisi topraktan rengini alırken altın’ı gene toprağa bırakmıştır.’’ 


Şems siyah kirpiklerinin altındaki kara gözlerini kıstı. Ufukta bir şeyi bekliyormuş gibi yapıp sağ elinin kaldırdı işaret parmağıyla havada duran ufak bir bulutu göstererek: ‘‘ söyle bana ey oğul şu bulutun neresinde duruyorsun?’’ Şems’in gösterdiği buluta bakarak sessizce bulutu seyretmeye daldım. Bulutun yeryüzüyle olan konuşmasını dinledim. Onun nasıl da dört nala koştuğunu gördüm. Gönlümün gözünü açınca kime ne dediğini işittim. Verilmekte olan işin nasıl da aşkla yapıldığını gördüm. Şems’e dönüp kara gözlerinin içinde resmimi seyrettim. Resmimin ruhuna onun gözleriyle baktım. Kapıdan içeri girip evinin bütün duvarlarını ademin verdiği asayla kontrol ettim. Şems’e: ‘‘ ey bilge kral hangi yeniçeri aşkını kınının içinde ellerinde saklı duran kılıcın gövdesinden uzak tuttuğu zaman savaşı kazanabilir ki, hangi su ruhunun tatlı tebessümünü toprağın gövdesinden çektiği zaman istediği başağı alabilir ki ve hangi gündüz gecenin verdiği aşkı sildiğinde sevilebilir ki.’’ diyerek biraz sustum. Yere eğilip avucumun içine biraz toprak aldım. Öbür elimin baş parmağıyla toprağı karıştırdıktan sonra yavaşça yere döktüm. Rüzgarın toprakla dansını seyrettim. Ayağa kalkıp Şems’in yüzüne hafif bir tebessümle bakıp kendi yolunda ilerlemekte olan buluta doğru başımı çevirdim: 
‘‘ Ey bulut söyle bana neresinde duruyorum ben senin?’’ diyerek Şems’e döndüm. 

Şems bütün ışığıyla bulutu kendine bir mıknatıs gibi çekiyordu. Sanki bulut kendi iradesi dışında bize doğru geliyordu. Şems gözlerini kıstığında bulut bir yere yetişmek ister gibi acele bir tavır takınıyor adeta koşuyordu. Ben bulutun yol alışını seyre dalmışken ‘‘ Ey oğul söyle bana şu bulutun neresinde duruyorsun?’’ diyerek bana baktı. Gözlerini üstümde gezdirdi. Sanki içimdeki bütün ince çizgileri bulmaya çalışıyormuş gibi bir hali vardı. Tam ümitsizliğe düştüğü anda cevap verdim: ‘‘ ey bilge kral’’ diyerek söze başladım. 

‘‘Ben şu gördüğün bulutun ne altındayım ne de üstünde, ne içindeyim ne de dışında. Aynı zamanda şu bulutta benim ne altımdadır ne de üstümde ve ne içimdedir ne de dışımda. Sonsuz bir rahmet vardır gözlerimin renginde. Yalnız o benim değildir. bulutu görmektedir ama aynı zamanda görememektedir. Onu bilmektedir ama aynı zamanda bilememektedir. Ve arşa Andolsun ki ben hem varım hem de yokum. İşte bu durumda şu gördüğün bulutta hem bu dünyadadır hem de öbür tarafta.
 Hem onu görürsün hem de göremezsin.’’ 

Verdiğim cevapla ellerini sakalına götürdü. Derin düşüncelere dalıp buluta doğru baktı bir süre. Sonra bana dönüp:
 ‘‘ Söyle bana ey oğul şu bulutta hangi aşkı görmektesin.’’ diyerek buluta doğru tekrar döndü. 

Ve konuşmaya başladım: ‘‘ Ey bilge kral ben onda her aşkı görmekteyim. Zira rahmetin ellerinden nazil olmuştur yek vücudu. O rahmetin bağışladığı ellerle rahmanın torbasını doldurmaktadır. Her işini aşkla yapmaktadır. Gözyaşlarını sunak halinde sunarken toprağın ruhuna ona özünü koparıp vermektedir. Dalındaki bir meyveyi değil ruhundaki bir tarlayı çıkarıp bağışlamaktadır.’’ 

Bunları söyledikten sonra susup Şems’in yüzüne baktım. Şems derin düşünceler içindeydi. Ne düşündüğünü kimse bilemezdi. Ama o insanların ne düşündüğünü biliyordu. Babil’in iki meleği Harut ile Marut onu yetiştirirken ona her şeyi tam manasıyla öğretmişlerdi.

Şems herkesin içindeki sesi duyabiliyor ve işitebiliyordu…

Hakkel yakin,Edep hü...!


Kapı... Açılır...
Vurmayı bil! 
Ne zaman? 
Bilemem! 
Yeter ki O kapıda durmayı bil!
Tüm evren de nokta içinde 
Aşk ile dönmede .
Peki ya sen ..!
Hangi Aşka talipsin
Kendindeki seni dinle...
Çağrılmadan gidilmez deme...
Aşk tokmağını vur hele gönüle ...
Gör ki nice zerren, Aşka hasret içinde 
Kandiller cem eğlesin perdelerin içinde 
Karanlıklar artık kavuşşun ,
Aşk denen seyru sefa cöllerine.
Mecnun misaldi..!
Aşk ile yürü hele
Çöl içinde abu hayat, tadınca kendinde 
Bu gidiş artık senden de ötelere..!

Aşk ile yürü hele...
Çöl içinde abu hayat ,tadınca kendinde... 
Bu gidiş artık senden de ötelere..!
Gel selam verelim gönülden gönüle... 
Aşk- ı hakikat badesindeki nefes ile... 
Arınsın cümlesinde 
Ferman ver,ben katline...
Örülsün eteklerin, ilmel yakin ile...
Giyinsin cümle perde ,
Aynel yakin görünsün öze...

Hakkel yakin,Edep hü...!
SELAM verelim Ele, hü diye...

Benlik perdesi erisin ,edepden....
Öğle düşsün, toprakla birlik ele, Lam Elif 
Tümü cem , bir nokta da dönmede... 

Ey Aşk-ı hakikat gör işte... 
Biz olduk bu demde... 
Aşk şarabu mesti, hayran eğleye...
Var ettin hak emri üzere...
Ey sevgili şah damarımdan yakınsın... 
Yakınlığın ile erimekde... 
Vahdeti adem , rıhtımında gezmekde...

Gör sevgili görenler deli demekde
Hak ile,Aşka talip delilerdenim şükür verene...

Tükendi kalemim bilinmezlikdende ötelerde
Herşey kendimde,Hak ile Aşk demede...

Mağfiret eğliyen aciz bir kulum...

Yücelerden yücesin 
Affın beni ademlere...

Öğle yücesin ,keremsin ,
övgü ve hamd daim yaratan rabbime...

Bismillahirrahmanirrahim 

El hamddülillahi rabbül alemin diye...

Şems-i Tebrizi Öğretisi...




Ey Kardeşim,
İnsanlar, (sadece) “İnandık!” demeleriyle bırakılacaklarını ve sınava çekilmeyeceklerini mi sanıyorlar? [Ankebût-2]
İnsan yapmadıklarından, engel olamadıklarından da sorumludur.
Mevlânâ ya sormuşlar, demişler ki:
Sen her fırsatta Şems'ten ne çok istifade ettiğinden bahsediyorsun.
Fakat Şems’ten evvelde buraların en büyük âlimi, sultanların akıl hocasıydın.
Senin gibi biri ondan ne alabilir ki?
Hz Pir, dertli dertli cevap vermiş:
Eskiden, demiş; eskiden..
Eskiden, üşüyünce bir battaniye alır ısınırdım.
Fakat Şems bana bir şey öğretti..
‘’Dünya Üzerinde bir tek insan üşüyorsa, sen ısınma hakkına sahip değilsin.’
Eskiden, bir tas çorba, beni doyurmaya yeterdi.
Ama şimdi, hiçbir yemek bana lezzet vermiyor. Biliyorum ki, dünya üzerinde aç insanlar var.
’İnsan dediğin, daldaki meyve gibi değil, bedendeki uzuv gibi olmalı.’’ Elma olsan, yanındakini kopartsalar aldırmazsın, fakat el olsan; eğer ayağına diken batsa acısını hisseder yumruk olursun…
-Oradakilerin de yardıma ihtiyaçları var...


Şems-i Tebrizi 40 Kural



Ben aşk yolunda bir kural koyayım ki,
Habersiz olanlar bu yola ayak basmasınlar.
Şems-i Tebrizi

Edep Ya Hu...


    

Osmanlı devrinde yaşamış arif ve meşhur şâir Yusuf Nâbî (rah.), 1678 yılında bir kafile ile hacc yolculuğuna çıkmıştı. Kafilede devletin ileri gelen paşaları da bulunuyordu. Kafile hicaz bölgesine girince Hz. Peygamber'i ziyaret aşkı Nâbî'yi iyice sardı. Öyle ki, vücudu bir hoş oldu, uykusu kaçtı, hiç uyumadı. Bir gece yarısı kafile Peygamber şehri Medine-i Münevvere'ye yaklaştı. Kafilede bulunan Eyüplu Râmi Mehmed Paşa o esnada kıble tarafına doğru ayaklarını uzatmış uyuyordu. Rasul-i Kibriya'nın beldesine girerken arkadaşlarında gördüğü bu manzara Nâbî'ye hiç de hoş gelmedi. Paşayı uyandıracak bir şekilde şu meşhur beyitleri söylemeye başladı:

Sakın terk-i edepten, kûy-i mahbûb-ı Hüdâdır bu! 
Nazargah-i ilahîdir, Makam-ı Mustafadır bu. 
Mürâât-ı edep şartıyla gir Nabî bu dergaha, 
Metâf-ı kudsiyadır, bûsegâh-ı enbiyadır bu. 


Açıklaması şöyledir:

Edebi terketmekten sakın! Zira burası ALLAHu Teala'nın Habibinin beldesidir. Burası, Hak Teala'nın devamlı nazar kıldığı bir yerdir; Muhammed Mustafa(s.av)'nın makamıdır. Ey Nâbî, bu dergaha edebin şartlarına dikkat ederek gir. Sakın edebi basite alma. Burası, büyük meleklerin etrafında pervane gibi döndüğü, peygamberlerin eğilip eşiğini öptüğü bir yerdir. 


Bu beyitleri işiten paşa, gözünü açtı, hemen kendine geldi, ikazın sebebini anladı, ayaklarını topladı, doğruldu. Nâbî'ye dönerek: 
- Ne zaman yazdın bunları? Senden başka duyan oldu mu onları? diye sordu. Yusuf Nâbî: - Bunları daha önce herhangi bir yerde söylemiş değilim. Şimdi, sizi bu halde görünce elimde olmadan yüksek sese söylemeye başladım. İkimizden başka bilen yok! dedi. Paşa: 
- Öyleyse bu aramızda kalsın, diye ikaz etti. Nâbî sustu, yola devam ettiler. Kafile, sabah ezanına yakın Hz. Rasulullah'ın mescidine yaklaştı. Bir de baktılar ki, mescidin minârelerinden müezzinler, ezandan önce, Nâbî'nin: "Sakın terk-i edepden..." beytiyle başlayan nâtını okuyorlar. Nâbî ve paşa hayret ettiler. Mescide girdiler, namazı kıldıktan sonra, hemen müezzinin yanına koştular. Nâbî, heyacanla: - ALLAH adına, peygamber aşkına söyle, sen ezandan önce okuduğun o beyitleri kimden, nereden ve nasıl öğrendin? diye sordu. Müezzin önce cevap vermek istemedi, Nâbî ısrar ve rica etti. Bunun üzerine müezzin: 
- ALLAH adına, peygamber aşkına söyle, sen ezandan önce okuduğun o beyitleri kimden, nereden ve nasıl öğrendin? diye sordu. Müezzin önce cevap vermek istemedi, Nâbî ısrar ve rica etti. Bunun üzerine müezzin: 
- O iki cihanın Efendisi, gerçekten Nâbî mi dedi, o benim ümmetimdendir mi buyurdu? diye sordu. Müezzin: 
- Evet, Nâbî dedi, o benim ümmetimdendir buyurdu, deyince, Nâbî bu iltifata daha fazla dayanamadı, sevincinden düşüp bayıldı. Bir zaman sonra ayıldığında paşayı ve müezzini yanında ağlarken buldu.
Selam ve dua ile...

Translate